Pazar, Ocak 15, 2012

YARGININ HIZI ve HAMMARBERG RAPORU


16 Ocak 2012
                                   
                                                                                                                                  Fikret İLKİZ
Yargıyı “hızlandırma” amacıyla bir yasa “tasarı”nın varlığını Adalet Bakanının basında yer alan açıklamalarından öğrendik. Ancak “tasarının” içeriğini ve yargıyı nasıl “hızlandıracağını” bilmiyoruz. Belki açıklandığında veya tasarı TBMM’de kanunlaştığında öğreneceğiz. Öyle ya, çoğunluk iktidarı…
Kamuoyu ile paylaşılmadan kanunlaşan kanun tasarılarının kanunlaşma süreçlerini gün ışığında yönetim ilkelerine, çoğulculuk ve demokrasiye aykırı görüyorum. Sadece Mecliste yapılan tartışmalarla kabul edilerek yürürlüğe konulan bazı temel kanunların demokratik hukuk devleti ya da hukukun üstünlüğü ilkesiyle bağdaşmadığı inancındayım.
Özgürlüklerimizi koruyan insan haklarıdır, biçimsel anlamda kabul edilerek uygulamaya konulmuş yasalar değildir.
Hukuk devletinde, devletin gücü, insan temel hak ve özgürlükleriyle sınırlıdır. Bu nedenle içeriği adil olmayan, insan haklarına aykırı yasaların çıkarılması önlenmelidir. Asıl olan amaç, adaletli bir demokratik toplum düzeninin yaratılmasıdır.
Öteki türlü bir yaklaşımla, eğer “biz yaptık oldu” diyorsanız, kabul ettiğiniz yasalarla oluşturduğunuz “yasa devleti” olmanın ötesine geçemezsiniz. Bu adalet değildir, hukuk devleti hiç değildir.
Yargının “hızlandırılması” mıdır, yoksa adil yargılanma hakkı gereği herkesin makul sürede yargılanması ve makul sürede davasının görülmesini isteme hakkının düzenlendiği ve insan haklarının korunduğu bir adalet sisteminin inşası mıdır amacınız?
Çok dikkat çekici bir zamanlama içinde olduğumuzu düşünüyorum. Anımsar mısınız bilmiyorum, tam bu sırada geçtiğimiz günlerde yargı sistemimiz hakkında gerçekçi tespitlerinin yapıldığı çok önemli bir rapor yayınlandı. Konusu, Türkiye’nin yargı sistemi.
Yargının “hızlandırılması” hakkındaki yasa tasarısının kamuoyuna açıklanan bir raporla ilintisi var mıdır acaba?
Avrupa İnsan Hakları Komiseri Thomas Hammarberg, 10-14 Ekim 2011 tarihleri arasında Türkiye’ye yaptığı ziyaret sonucunda “ülkedeki adalet yönetiminin durumunu ve insan haklarının koruma düzeyini” 10 Ocak 2012 tarihli Raporunda değerlendirdi.  
“Türkiye’de Adalet Yönetimi ve İnsan Haklarının Korunması” raporunun her satırının okunmasında yarar var. Adaleti yönetenlerin nasıl yönettiğini, Türkiye’de insan haklarının korunma düzeyini gözler önüne seriyor.
Raporda yer alan ve aşağıda tırnak içinde okunmasını istediğim bazı cümleler var.
“Ayrıca adli kolluk sistemi, savcıların bu görevleri yerine getirmelerine tam anlamıyla destek olmak üzere geliştirilmelidir. İddianamelerin kalitesine de dikkat edilmelidir.
Komiser, özellikle AİHM içtihadı göz önüne alındığında, tutukluluğa çok sık başvurulmasına ve uzun tutukluluğa ilişkin kaygılarını tekrarlamaktadır.”
“Komiser, yargılamanın aşırı uzun sürmesinin, Türk adaletinde, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin mükerrer kararlar almasına yol açan kronik bir işlevsel bozukluk olduğunu gözlemlemektedir.”
(Avrupa Konseyi) “Bakanlar Komitesi’nin çeşitli vesilelerle belirttiği gibi, adaletteki aşırı gecikmeler, özellikle hukukun üstünlüğü ilkesine saygı duyulması ve adalete erişim bakımından büyük tehlike oluşturmaktadır. Aşırı uzun mahkeme işlemleri genel olarak adalet sisteminin saygınlığını ve toplumun adalet sistemine olan güvenini zedelemektedir.”
“Dava sürerken gerçeklesen usule ilişkin ertelemelerin, Türkiye’deki uzun yargılamaların bir başka önemli nedeni olduğu görülmektedir. Türkiye’de sıradan bir davada, mahkemenin türünden bağımsız olarak, mükerrer ertelemeler ve dava dosyasının bilirkişilere gönderildiği uzun sürelerin olduğu görülmektedir.
Birçok davada, duruşmalar aylarca sonrasına ertelenmektedir. Bu durum, özellikle ceza davalarında sorun yaratabilmektedir, çünkü bu, şüpheli veya sanığın sorguya çekilmeden önce uzun süre tutuklu kalmasına neden olabilmektedir. Komiser’e, bu tür gecikmeler ve verilen aralar nedeniyle birçok kişinin, mahkûmiyet kararının ardından, o zamana kadar tutuklu olarak geçirdikleri süre hesaba katılarak hemen salıverildiği bildirilmiştir. Davaların sık sık kesintiye uğradığı bir ortamda, özel yetkili ağır ceza mahkemelerinde (…) sıklıkla yapıldığı gibi, organize suç ya da terör davalarında birçok sanığın davasının birleştirilmesi uygulaması özellikle kaygı vericidir, çünkü bu uygulama bazı davalarda işlemlerin daha da uzamasına yol açmaktadır.”
“Komiserin daha önce İfade Özgürlüğü Raporu’nda da gözlemlediği gibi, savcıların mesnetsiz davalar da dâhil yargılamanın başlatılması konusunda kendilerini pek kısıtlamadıkları görülmektedir ki bu da bu sorunu şiddetlendirmektedir. Savcıların aynı zamanda davaları eleme, yani hangi davaların kamu adına kovuşturulmak üzere yargı sistemine takınacağını belirlemek gibi bir rollerinin ("kapı tutma işlevi" de denilen rol) olduğunu algılama konusunda, yeni (Türk Ceza Muhakemesi) TCMK’nın kendilerine bu imkânı açıkça sağlamasına (170-175. maddeler) rağmen, bir zorlukları olduğu görülmektedir. Bunun yerine savcıların, özellikle de devlet güvenliği meselelerinin söz konusu olduğuna inanıldığı zaman, davayı mahkemeye taşımayı ve delillerin değerlendirilmesi işini mahkemeye devretmeyi tercih ettikleri bildirilmektedir.”
İstisnaları dışında, gazeteciler bu Raporu haberleştirmedi, Rapor üzerine yazı yazmadı. Eğer gazeteciler bu Rapora hak ettiği ölçüde sütün/cm ayırmak suretiyle haber yapmış olsalardı, bu çok önemli tespitlerden kamuoyu haberdar olurdu.
Türkiye’de adaleti nasıl yönettiklerini bilenler dışında, nasıl yönetilemediğini de toplum öğrenirdi.
Ancak nasıl olsa bu Rapor çok önceden onlara verildiği için, hem Türkiye’de adalete bakanlar ve hem de Avrupa Konseyi’nin adalet işlerine bakanlar zaten ve umarım çok şey öğrendiler.
Bu Raporla adaleti yönetenlerin “yönetim becerileri” ile insan haklarının korunmasındaki “koruma düzeylerini” hep beraber bir kere daha öğrenmiş olduk.
Keşke gazeteciler bu Raporu kamuoyunun bilgisine çok daha geniş biçimde sunmuş olsalardı…
Acaba, içeriği bilinmeyen ama yargının hızlandırılması hakkında hazırlandığı öne sürülen yasa tasarısı “paketi”, aslında Thomas Hammarberg’in bu Raporuna karşılık olarak hazırlanmış ve “işte biz sorunu çözüyoruz ve yargıyı hızlandırıyoruz” yanıtı mıdır? 

Etiketler: , , , , , , , , , , , , ,

Pazartesi, Ocak 09, 2012

ASIL SORUN 250 VE 251


                                                
                                                                                                                                 Fikret İLKİZ

Türk ceza hukuku “panik mevzuatına” geri dönmüştür. Ceza Muhakemesi Kanununun 250, 251 ve devamı maddeleri artık yargıya tam anlamıyla hâkimdir.

Eski Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ hakkında tutuklama kararı verildi.  Tüm siyasetçiler, politikacılar, Hükümetin üyeleri, Bakan’lar, Hükümetin ileri gelenleri konuşuyor. Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı konuşuyor.

Herkes, hukuk üzerine demeçler veriyor. Hukuktan anlayan ne kadar çokmuş… Masumluk karineleri, suçsuzluklar, üzüntüler, alkışlar, hesaplar, kitaplar ve hukuk havalarda uçuşuyor…

Avukatlar tutuklandığında, gazeteciler tutuklandığında profesörler tutuklandığında bu kadar çok konuşulmadı, tepki gösterilmedi ama “tersinden” konuşanlar pek çoktu… Çünkü onlara göre, onlar “terörist” sayılıyordu. Özel yetkili savcıların bir bildiği vardır, özel görevli mahkemelerde yargılanacaklar, o halde bir şeyler, deliller vardır zaten, anlayışı hakimdi.

Şimdi “silahlı terör örgütü kurmak ve üye olmak” suçlarının konuşulmasına sıra geldi…

Herkes taraf olduğu için, herkes “tutukluluk” üzerinden bir şeylere taraf olarak bir şeyler söylediği için, sonuç olarak Türkiye’nin ceza hukuku sistemi, bertaraf oldu.

Artık Türkiye’de yargı; “tutukluluk hali”, “tutuklama”, “tutuklanırsın”, “tutuklandı”, “tutuklanacak” gibi kelimelerden kurulu bir yapıya dönüştürülmüştür.  

Kısacası, “tutukluluk hali”, tutukludur. Tedbir falan değildir, cezadır ve cezanın infazıdır. 

Artık, yargıda önce kanuna uygun “sorun” yaratılıyor. Sonra yaratılan sorunun çözümü için “demokrasi gereği” davrandıkları edasıyla çözüm üretiyormuş gibi yapılıyor. Daha sonra da buldukları çarenin yarattığı yeni sorunlar üzerinden “siyasetler” sürdürülüyor…

İnsanların “tutuklulukları” üzerine kurulu bir yargı sisteminde; cezaevindeki tutukluların “özgürlükleri” üzerine politika yapılan ülkede yaşamak demek, siz de tutuklusunuz demektir.

Bu durum biraz da sizin ve benim kabahatim! Dün aldırmadığınız tutukluluk hali süren “tutukluların haline”, dün sesinizi çıkarmadığınız avukatların tutuklanmasına, dün tepki göstermediğiniz gazetecilerin cezaevlerine atılmasına, dün profesörlerin tutuklanmasına, dün gençlerin aylarca tutuklu kalmasına, seyirci kalan kim? Sen ve ben, siz ve bizler… 

Daha da vahimi, size ve bize dokunmadığı için aldırmadığınız bir hukuk sistemini, bu gün sorgulamadığınız takdirde; bir gün sizin için ses çıkaracak kimsenin kalmamasına sebep olmayacak mıyız?      

Artık “korkular” üreten, herkese gözdağı veren ve vicdanı olmayan bir hukuk sistemi üzerinden yaratılan sorunlar yargı sistemini bozmuştur ve toplumda panik yaratmaktadır.    

Yargıda demokratikleşmenin sağlanacağı ve hazırlandığı söylenen “paket” tasarılarla tüm sıkıntıların çözüleceği vaat ediliyor ve bekleniyor! Açıklanmayan, ama Bakanlar kurulunda görüşülerek Meclise sevk edileceği beklenen ve adına “paket” denilen, ama gizli tutulan  “tasarılarla” yargıda “demokratikleşme” ve/veya tutuklulukta geçen “uzun süre”ye çözüm bulunacağı rivayet ediliyor…

Şapkadan tavşan çıkacak… Çok beklersiniz!

Yargı Bağımsızlığı Hakkında Temel İlkeler; Birleşmiş Milletler Genel Kurulu tarafından 29.10.1985 tarih ve 40/32 ve 13.12.1985 tarih ve 40/146 sayılı Kararla onaylanmıştır. (Gemalmaz, M.Semih. İnsan Hakları Belgeleri. Cilt IV. Sayfa 403-413.Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi İstanbul 2000)

“Yargı Bağımsızlığı Hakkında Temel İlkeler” neden kabul edilmiştir?

Çünkü Evrensel İnsan Hakları Bildirisi’ne göre; özellikle kanun önünde eşitlik, masumluk karinesi ilkelerini ve kanunla kurulmuş yetkili, bağımsız ve tarafsız bir yargı yeri tarafından adil ve aleni olarak yargılanma hakkını içermektedir. Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar ile Medeni ve Siyasi Haklar Uluslar arası Sözleşmeleri bu hakların kullanılmasını güvence altına alır. Sadece Türkiye’de değil dünya üzerinde bu ilkelerin hayata geçmemesi yüzünden yargı ile bağımsızlık, yargı ile tarafsızlık, yargı ile temel haklar ve özgürlükler arasında ne yazık ki uçurumlar vardır. Bu uçurumların önlenmesi için kabul edilmiştir.

Her ülkede adalet teşkilatının ve adaletin işleyişinin bu ilkelerden esinlenmesi ve bu ilkelere tam olarak gerçeklik kazandırmak üzere gayret gösterilmesi gerekir. Yargısal görevi ifayla ilgili kurulların, yargıçların, bu ilkelere uygun tasarrufta bulunmak amaçları olmalıdır.

Yargıçlar, vatandaşların yaşamı, özgürlükleri, hakları, ödevleri ve malvarlığı üzerinde nihai kararı vermekle görevli olduklarına göre; Yargı Bağımsızlığı Hakkında Temel İlkeler, tüm Hükümetler, tüm yargı organları ve özellikle adalet adına, hukuk adına hepimiz tarafından, kendi iç hukukumuzda göz önünde bulundurulmalı ve bu ilkelere saygı gösterilmelidir.

Yargı Bağımsızlığı Hakkında Temel İlkeler’den (5) numaralı ilkeye göre;  “Herkes, önceden konmuş hukuki usullere göre yargılama yapan olağan mahkemelerde veya yargı yerlerinde yargılanma hakkına sahiptir.”  

Türkiye’de CMK 250 inci maddesi ile görevli Mahkemeler yargıya egemendir ve olağan dönemde, olağanüstü görevlidir. Cumhuriyet Başsavcılığının CMK.'nun 250. Maddesi ile Yetkili Bölümü vardır ve daha başından itibaren soruşturmalara egemendir. Yazanlar öyle yazdı, kanunu yapanlar böyle kabul etti.

Bu Mahkemeleri ve Savcılıkları kurma görevi Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nundur. Referandum yapıldı “evet” dediniz…

Özgürlükler, tutukludur. Yargının yargıları, Yargı Bağımsızlığı Hakkında Temel İlkeler’e aykırıdır.  

Aslında bilinerek ve istenerek CMK’nun 250-251 inci maddeleriyle yargı; olağan dönemde “olağanüstü” bir yargı sisteminin egemenliğine terk edilmiştir ve “panik mevzuatına” geri dönülmüştür.  

Sorun buradan başlamaktadır. 

Etiketler: , , , , ,

Pazar, Ocak 01, 2012

BEN AYRIK OTUYUM


Fikret İLKİZ
Ayrık otu, tereler ve maydanozlar… 

26.12.2011’de Emniyet Genel Müdürlüğü Terörle Mücadele Dairesi Başkanlığı tarafından Afyonkarahisar’da düzenlenen değerlendirme toplantısında konuşan İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin, “…terör örgütünün yürüttüğü çalışma sadece dağda, bayırda, şehirde, sokakta, gece arka sokaklarda haince pusu kurarak yaptığı saldırılardan ibaret değil, sadece silahlı terör değil. Bunun bir başka ayağı daha var. Psikolojik terör var, bilimsel terör var. Terörü besleyen arka bahçe var. Bir başka ifadeyle propaganda var, terör propagandası var.” dedi.

Ayaklardan biri, sanatçılar, ressamlar, şairler ve yazarlar (mış)! Terörle mücadele edenlerle, mücadele edenler varmış ve bakın bu mücadeleyi “neyiyle” veriyormuş? 

“Neyiyle veriyor, belki resim yaparak tuvale yansıtıyor. Şiir yazarak şiirine yansıtıyor, günlük makale, fıkra yazarak oralarda bir şeyler yazıp çiziyor. Hızını alamıyor terörle mücadelede görev almış askeri, polisi doğrudan çalışmasına, sanatına konu yaparak demoralize etmeye çalışıyor. Terörle mücadele edenle bir şekilde mücadele ediliyor, uğraşılıyor. Terörün arkadan dolanarak arka bahçede yürüttüğü faaliyetler ki arka bahçe İstanbul'dur, İzmir'dir, Bursa'dır, Viyana'dır, Almanya’dır, Londra'dır, her neyse, üniversitede kürsüdür, dernektir, sivil toplum kuruluşudur. Şimdi dağdaki ile belki kırsaldakiyle mücadeleniz kolay bana göre ama bu arka bahçede ayrık otu ile tereler birbirine karışıyor. Hepsi yeşil renkte görünüyor. Birbirine karışıyor, kimisi zehirli, kimisi faydalı. Hangisinin faydalı, hangisinin zehirli olduğunu ancak yiyince anlıyorsunuz.”
Ayrık otu ile tere otu arasındaki farkı daha kavrayamadan, aradan dört gün geçmemişti, 30 Aralık 2011 sabahı Türkiye bir facia haberiyle uyandı. Şırnak Uludere ilçesinin hemen karşısındaki Irak topraklarında terörist sanılan ve aralarında çocuklarında bulunduğu insanlarımızın üzerine bomba yağdırıldı. 35 ölü… Meğer tütün ve mazot kaçakçılarıymış…

Bu insanlar neden kaçakçılık yapıyor? İş, aş, ekmek ve geçim için… Ucuz mazot karşılığı geçim için kaçakçılık yaparken terörist sanılarak bombalanan hayatlar… Şimdi 35’i ölü. Ölenlerin ölümü, terörle mücadelede “hata” olarak mı yazılacak? Refah içinde olan ve büyüme hızı önlenemeyen(!) Türkiye’nin, önlenebilir ölümler karşısındaki hatalarından biri midir, terörle mücadele edeceğim derken havaya uçurulan hayatlar! Sorumluları kimlerdir? Bu kadar cenaze üzerine, ölümler üzerinden yapılan siyaset ne kadar kolay acaba? 

Dağdaki ile kırsaldakiyle mücadele ne kadar kolaymış…“Özür dileriz, terörist sandık!”…

Öyle ya, terörle mücadele edildiğine göre, “tere otları” ile “maydanozlar” konuşacak sadece. 

Yazarlar ve gazeteciler, bu faciayı yazarsa, şairler genç ölümlere ağıtlar dizerse, ressamlar bombalanan hayatların resmini yaparsa, onlar ayrıkotlarıdırlar. Zararlı ve zehirdirler!

Bir ön bahçe var, ama daha tarifi yapılmadı. Bir de arka bahçede yetişen ve birbirine karışan ayrıkotları, tere otu ve maydanozlar… Bazıları zehirliymiş ve yenilince anlaşılıyormuş… 

Birbirine karışan otlar hangileriymiş ve zehirli mi miymiş?   
Ayrık Otu, (Ayrık kökü. Agropyrum repens)  yabanidir ve aslında faydalı otsu bir bitkidir. İçerisinde potasyum, demir ile A ve B vitaminleri bulunur. Vücudu kuvvetlendirir, kanı temizler, ateşli hastalıklarda hastayı rahatlatıcı etkisi vardır. İdrar söktürücüdür, böbrek iltihaplarını giderir, kum ve taşları düşürmeye yardımcı olur. Prostata karşı koruyucudur. Deri hastalıklarına karşı da faydalıdır. Romatizma ve gut şikâyetlerini azaltıcı etkisi vardır. Hatta ruhani rahatsızlıklara bile iyi gelir (Bazılarına tavsiye olunur!). Nesi zararlı ki?  
Tere (Lepidium sativum), turpgiller (Brassicaceae) familyasından, yaprakları salata olarak yenen baharlı bir bitki türüdür. Vücuttaki yağ yakımını hızlandırır. İnce yaprakları pişince acılaştığı için çiğ yemek gerekir. Ayrıca içinde birçok vitamin barındıran bir bitkidir. Anadolu'da bolca yetişir. Karaciğere faydalıdır. Sigaranın zararlarını azaltır. Birçok insan yer ve sever… Ama ayrık otundan daha az yararlı olduğu anlaşılıyor… 

Maydanoz (Petroselinum crispum), maydanozgiller familyasından yeşil renkli, damarlı bir bitkidir. Yaprakları baharat olarak kullanılır. Ağustos-Eylül ayları arasında, beyaz renkli çiçekler açan, kazık köklü, 30-100 cm boylarında, iki yıllık otsu bir bitkidir ve özel kokuludur. Meyvelerinin içeriğinde uçucu bir yağ ile apiin adlı bir glikozit vardır. Kökünde, biraz uçucu yağ, müsilaj ve apiin vardır. Yaprakları, kökü ve meyvesi kullanılır. Ayrıca maydanoz suyunun ödemleri atmada çok etkili olduğu bilinmektedir. (Wikipedia)
“Önce o arka tarafı ayırt etmekte neticede zorlanıyoruz. O ayırt etmekteki zorluktan yararlanarak 'ben de maydanozum, ben de iyi otum, ben iyi iş yapıyorum' diyor. (…)
Acaba, “arka tarafı ayırt etmek” için bu kadar zorlanacak ne var? Otları, saydık işte. Ne yapmak lazım(mış)!

“Ne diyorlarsa tersine çevirmek lazım. Ben böyle buldum bunların niyetlerinin ne olduğunu, dünyalarının ne olduğunu. İyi dedikleri her şey kötüdür, kötü diyorlarsa iyidir. 'Barış' diyorlarsa orada savaş vardır. 'Demokrasi' diyorlarsa orada zulüm vardır. 'İnsan' diyorlarsa orada insana yönelik tuzak vardır. 'Sevgi' diyorlarsa kin ve nefret vardır. Ne diyorlarsa tersidir. Tersten okuyunca onların düzü anlaşılır.” (http://www.cnnturk.com

Şair, şiir yazınca, ölümlere ağıt yakınca, ressam bombalanan hayatların resmini yapınca, makale yazarı makalesini yazınca, tersine çevirmek lazımmış! Çünkü terörün yeni tarifine göre; “ben maydanozum” veya “ben otum” diyenlere inanmamak lazım(mış)! Çünkü onlar barış derse “savaş”, demokrasi diyorlarsa “zulüm”, sevgi diyorlarsa “kin ve nefret vardır” demeye getirmiş İçişleri Bakanı…

Yazılanları okuduğunuzda, halktan biri olarak böyle anlamanız mümkün müdür? Ben öyle anlamıyorum. O halde ben saydığım şifalı bitkilerden suda kaynatıp her sabah aç karnına içmeliyim, iyi gelir.  

Ama galiba ben bu otlardan sadece birisine benziyorum. Ben ayrık otuyum…

Beni “yeseniz” bile zararım değil yararım olur.  Ne yazarsam tersinden anlamayın ey tere otları, ey maydanozlar! Sizler de iyi otlardansınız. Ama derdim tereler ve maydanozlar değil. Ben yazıları ve şiirleri okurum, resimlere bakarım…

Bilinsin isterim, terör yaratmak için değil; belki cahillik bile giderir, zihin açar, eğer kaynatılıp her sabah aç karnına içilirse ayrık otları… 

Etiketler: , , , , ,