Pazar, Ağustos 07, 2011

İnternet için ihtisas mahkemeleri geliyor / Türkiye / Radikal İnternet

NAOTA KAN ÖRNEK OLSA



                                                                                                                      Fikret İLKİZ

İkinci dünya savaşının sona erdirmek amacıyla ABD, 66 yıl önce Japonya'nın Hiroşima ve Nagazaki kentlerine atom bombası atınca Japonya kayıtsız şartsız teslim olmuştu.

6 Ağustos 1945 günü atılan atom bombası yüzünden Hiroşima kül oldu. Dünyaya barış, atom bombası ve kül ettiği insanların ölümü ile geldi.  

Dünya tarihine nükleer saldırıya maruz kalan ilk şehir olarak geçen Hiroşima’daki Barış Mezarlığında atom bombasının atıldığı 6 Ağustos günü saat 08.15’de yapılan törene Japonya Başbakanı Naoto Kan katıldı. Başbakan, başlarını öne eğerek saldırıda hayatlarını kaybedenleri ananlara yaşanan dehşetin bir daha tekrarlanmayacağı sözünü tekrarlamış.

Oysa yaşamlarını atom bombası yüzünden yitiren insanların önünde saygı ile eğilen insanların sayısı yıllar geçtikçe azalıyor. İnsanlar, yıllar önce yaşanan dehşeti ve ölümün getirdiği barışı unuttu.

Dünya nükleer saldırıda ölenleri unutuyor. Geçen zamana yenik düşen dehşetin unutulduğu coğrafyalar üzerinde savaşlar hüküm sürüyor… Devlet başkanları vatandaşların üzerlerine tanklar gönderiyor, bombalar yağdırıyor… Artık atom bombasına gerek bile yok. Barış, kalıcı olmaktan süratli uzaklaşıyor. İnsanlığın kazancı olan yüzyılın belgesi İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi neden kabul edilmişti? Unuttuk, hatırlanmıyor bile…

Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (UAEA) Başkanı olduğu sırada nükleer güç karşıtı çalışmalarından dolayı 2005 yılı Nobel Barış Ödülü verilen hukukçu Muhammed El Baradey, Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan atom bombalarının yol açtığı felaketleri anımsatan konuşmasındaki "zamanın, dünyanın nükleer silahların ne kadar yıkıcı olduğunu unutmasına izin vermemesi gerektiğini" ifade eden sözleri yıllardır önemini koruyor.

Nükleer silahlar ortadan kaldırılmalıdır. Hiroşima’nın en büyük öğretisi budur.

Sadece nükleer silahlar mı?

Peki ya nükleer santraller?

Japonya 2011’de nükleer santralde yaşanan sızıntı ile sarsıldı. Hiroşima ve Nagazaki’deki kayıplarını anma gününde nükleer gücün çok yönlü etkisiyle yüzleşti Japonya…

Japonya geçmişte atom bombası karşısında yaşanan çaresizliğin yarım asır sonra yeniden ve nasıl hortladığına tanık oldu. Atılan atom bombası değildi ama deprem sonrası yaşanan felaketin baş sorumlularından birisi de kendi kendilerine yarattıkları enerji politikalarıydı.

Bu yıl Japonya'da 11 Mart 2011 günü yaşanan deprem ve sonrasında Fukuşima Nükleer Enerji Santralinde ortaya çıkan nükleer sızıntının yol açtığı felaket üzerine, Hiroşima'da düzenlenen törende görüşlerini dile getiren Başbakan Kan; ''Nükleer gücün güvenli olduğu efsanesi hakkında ciddi şekilde düşüneceğim, kazanın nedenleri ve güvenliği sağlamak için esaslı tedbirler alınmasıyla, nükleer enerji santrallerine olan bağımlılığın azaltılması konularında tam bir inceleme yapacağım ve nükleer santrallere ihtiyaç duyulmayan bir toplumu amaçlayacağım'' diye konuştu.

Dahası konuşmasında “Nükleer enerjinin güvenli olduğu efsanesine inandığım için derin bir üzüntü duyuyorum'' dedi.

Bu sözlerin gerçekleşeceği bir dünyayı umut etmek herkesin hakkıdır. Ne yazık ki Japonlar dünyada ilk defa nükleer silahla yok edilen bir ulusa mensup oldukları gibi, Çernobil’den sonra ilk defa nükleer sızıntı karşısında çaresizliğin dehşetini yaşadılar. Dünya, tedirgin oldu ve etkileri geçmiş değil.

Artık herkes “yaşanabilir bir dünya” isteminin insan hakkı olduğuna inanıyor.  

Dünyanın tanık olduğu bunca felaket karşısında Türkiye’de nükleer santrallerin kurulmaması ve insanların yaşamı nükleer enerji politikalarına feda edilmemesi gerekir.  

Yanı başında savaşların hüküm sürdüğü bir coğrafyanın fay hattı üzerindeki Türkiye’de nükleer enerjinin güvenli olduğu efsanesine inanmaktan vazgeçmemiz için en iyi örnek Japonya Başbakanıdır.

Keşke sizin Başbakanınız dâhil, bütün ülkelerin başbakanları nükleer santrallere ihtiyaç duyulmayan bir toplum isteseler, tıpkı Japonya Başbakan’ı gibi.

Pazartesi, Ağustos 01, 2011

GAZETECİYE YAYIN YASAĞI

Av. Fikret İLKİZ



Kırşehir 2. Asliye Ceza Mahkemesi bir gazeteci hakkında “hak ve yetkinin kötüye kullanılması nedeniyle suçun işlenmesinden dolayı takdiren hükümde belirtilen gün sayısı olan 375 gün sanığın (büyük harflerle) GAZETECİLİK MESLEĞİNİ YAPMAKTAN YASAKLANMASINA,” karar verdi. (2010/282 Esas, 2011/123 Karar ve 17.05.2011 tarih)

Kararın konusu yayın yoluyla hakaret. Kırşehir 2. Asliye Ceza Mahkemesi kararının dikkatle okunması gerekiyor.

Dava Kırşehir C. B.Savcılığının 19 Nisan 2010 tarihli iddianamesi üzerine açılmış. Konusu Kırşehir Postası gazetesinin 23 Ocak 2010 tarihli nüshasında yayımlanan, “Belediyede neler oluyor” başlıklı yazı. Yazının Başbakan’a açık mektup olduğu, Kırşehir Belediyesinde neler yaşandığından Belediye Başbakanın haberi olup olmadığı sorulmaktadır. Yazıda açıkça bir sorunun daha yer aldığı yazılı… “acaba Belediyede kim kiminle basıldı, bu kadar olmaz, pes doğrusu, hem de belediye binasında, bir Cumartesi günü belediye Başkanı Y.B.’nin (görevi yazılı) …yapanlar din ahlak kurallarını ön planda tutunlar, açıklasın, böylesine bir olay belediye başkanı Y.B’nin... yapanların birlikte belediyede beraber olurken basıldığı iddia ediliyor, kamuoyu cevap bekliyor.”

Gerekçeli kararda yer alan yazının bu bölüme göre, gazeteci Belediye Başkanına çok yakın görevde bulunan iki kişi için “belediyede kim kiminle basıldı” sorusunu sorulmaktadır. Yazıda bu duruma “bizler bile inanamadık duyduklarımıza” diyerek din ahlak kurallarını ön planda tutanların, olup bitenleri açıklamak zorunda olduklarını, böylesine bir olayın gerçekleşip gerçekleşmediği sorularak, bu “duyduklarına” ve bu “iddialara” karşı, “kamuoyu cevap bekliyor” denildiği anlaşılmaktadır.

Gazetecinin mahkeme önündeki savunmasına göre  “imzasız gelen bir mektup ve çevreden duydukları” üzerine yazısını yazmıştır. 

Mahkemede tanık dinlenmiş. Tanık, gazeteci ile telefonla konuştuğunu davada şikâyetçi ve katılanlar hakkında herhangi bir şey söylemediğini söylemiş.

Kararın gerekçesinde yazılı olduğuna göre; gazeteci mahkemeye “isimsiz ve imzasız habere konu evrakla ilgili belgenin aslını ve yayınladığı yazıdan sonra yazdığı yazıları ibraz etmek için süre talep etmiş, ancak yazıları ibraz etmediği gibi son duruşmaya gelmemiştir”

Demek ki bu yazının konusu, belediyede kimin kiminle “basıldığı” hakkındaki duyulanlar, iddialar ve söylentilerdir. Böyle bir iddia olduğu ileri sürülerek Belediye’de çalışanların görevleri de belirtilmek suretiyle “kimin kiminle basıldığı” hakkındaki söylentilere göre “basılanlar” yüzünden Belediyede olup biten hakkında kamuoyu adına cevap istenmektedir.

Böyle bir yazı acaba Türkiye Gazetecileri Hak ve Sorumluluk Bildirgesine ne kadar uygundur? Bu soru yanıtlanmalıdır.

Görüşüme göre, gazeteciler duydukları hakkında, söylentiler hakkında, açıkçası dedikodular üzerine haber yapmamalıdır.

Halkın arasında dolaşan dedikodu ve söylentiler üzerine, kamuoyu önünde gerçeklerin ortaya çıkması için gazeteci her zaman “soru” sorar ve kamuoyu adına yanıt alma hakkına da sahiptir. Çünkü gazeteci kamuoyunun gözü ve kulağıdır. Ancak yorumlarında, sorularında ve eleştirilerinde dedikoduların gerçekmiş gibi yorumlanması ile yönelteceği sorular kişilik haklarını ihlal etmemelidir. Üstün yarar hangisidir? Bu tür olaylarda kişilik hakları feda edilerek kamu yararı mı korunur yoksa basın özgürlüğü yerine kişilik hakları mı korunmalıdır?

Kamuoyunun dedikodular üzerine, dedikodunun ne kadar gerçek olduğunu öğrenme hakkına karşı kişilik haklarının korunması çatıştığında bu sorun ortaya çıkar. Çözümünde ise olayın oluş biçimine göre karar verilir. Yargı kararında, kamuoyunun üstün yararı vardır mıdır ve basın özgürlüğü neden korunmalıdır sorusuna yanıt verilir. Üstün yarar yoksa kişilik haklarının neden korunduğu ve neden basın özgürlüğünün korunmadığı sorusuna açıklık kazandırılır. 

Özel yaşamla ilgili olarak çok daha fazla dikkatli olmalıdır. Asıl olan kamu yararıdır. Kamu yararını ilgilendirmesi koşuluyla kişilerin kamusal görevleri ne olursa olsun özel yaşamları da bu amaçla sorgulanabilir.  Kamu görevlileri hakkındaki dedikodu mudur, gerçek midir araştırması yapılmalıdır. Bu gazetecinin görevidir. En azından gazeteci, söylentileri araştırdığını, bulabildikleri üzerinden gerekirse özenli davrandığını kanıtlayabilmeli ve konuyla ilgili araştırmasını yaptığını makul ölçüde açıklayabilecek durumda olmalıdır. Görünür gerçek, haberdir kuşkusuz. Ama olayların oluş biçimine göre, kişiler hakkında ileri sürülen iddialarda ise somut gerçeğin arandığı durumların göz ardı edilmemesi de gazeteciliğin en önemli ilkelerinden birisidir.

Bu nedenle karara konu olan yazının Gazetecilerin Hak ve Sorumluluk Bildirgesindeki sorumluluklara uygun kaleme alınmadığı fikrindeyim. Etik ilkelerle açıklanmasının zorluğu karşısında, Mahkeme tarafından da basın özgürlüğünü korumak yerine kişilik haklarının korunması daha üstün yarar olarak kabul edilmiştir. 

Nitekim gerekçeli karar hakaret fiilinin oluşup oluşmadığı konusunda doktrine Yargıtay Ceza Genel Kurulu kararlarına dayanmıştır. Ardından “Sanık savunmasında, kendisine gelen imzasız bir mektup ve çevrede konuşulanlara dayanarak bu yazıyı yazdığını belirtmiş, ancak gazetecilik mesleğinin yüklediği sorumlulukları yerine getirmemiş, haberin içeriği ve gerçekliğini araştırmadan, gerçekmiş gibi yazıyı yayınlamış, kendisine verilen süreye rağmen imzasız yazıyı mahkemeye ibraz etmediği gibi daha sonra yayınladığı katılanların lehine olduğunu ileri sürdüğü yazılarını da mahkemeye ibraz etmemiştir” gerekçesiyle yasal dayanaklarını da belirterek yazının basın özgürlüğü kapsamında değerlendiremediği gerekçesiyle mahkûmiyet kararı vermiştir.

Bu karar, mutlaka Yargıtay denetiminden geçmelidir. Çünkü herkesin hemen kabul edemeyeceği bir gelişmeden söz etmeliyiz. Birçok insana ters gibi görünecek ama dünya ceza hukuku giderek “hakaret” fiilini suç olmaktan çıkarmaktadır. Artık hakaret suç olarak kabul edilmemektedir. Gazetecileri cezalandırmak yerine, eleştirilerden dolayı insanları ve gazetecileri cezaya mahkûm etmek yerine, suç olmaktan çıkarılması çok daha çağcıl bir ceza hukuku anlayışıdır. Hakaret fiili ile karşılan kişilerin onurlarının ve saygınlığının korunmasında örneğin hukuk mahkemelerinde tazminat davaları açmak gibi başka yargı yollarına başvurmak çok daha uygundur.

Aksi takdirde, gerekçeli kararın ikinci yaklaşımı kabul edilemez bir gerçekliği önümüze çıkarmaktadır.

Gazetecilerin gazetecilik yapmalarının yasaklanması yargı kararı ile gerçekleşebilecektir. 1 Haziran 2005 tarihinde yürürlüğe giren Türk Ceza Kanunun cezaları düzenleyen 53 üncü maddesi gazeteci için uygulandığında ortaya çıkan sonuç endişe vericidir ama bir yasal bir gerçekliktir. Mahkeme uygulamıştır. Önce hakaret nedeniyle TCK 125 maddesine göre hapis cezası yerine 10 ay karşılığı adli ve indirim uygulanarak sonuçta 375 gün adli para cezası verilmiştir. Bu para cezası 20 eşit taksitte bir ay ara ile ödenecektir. Taksitlerden biri, zamanında ödenmezse hapse çevrilecektir. Mahkeme gazeteciyi tüm bu cezalardan ayrı olarak ve para cezası ödendikten sonra, ayrıca 375 gün gazetecilik mesleğini yapmaktan yasaklanmasına karar vermiştir.

Bu yasaklama üzerinde durulmalıdır. Çünkü yasaklanan sadece gazeteci değildir. İfade özgürlüğünün bir sonucu olara haber alma ve gerçekleri öğrenme hakkı bulunan kamuoyu da 375 gün süreyle haber ve bilgi almaktan, yorum ve eleştirileri okumaktan yasaklanmış demektir.

İfade özgürlüğü hakkının ihlali sonucunu yaratan bu yasaklama ciddidir ve ceza davasını ilk çare olarak gören ülkemiz gerçeğinde, ne yazık ki kötü örnek her zaman uygulanmasına özenilen örnektir.


Etiketler: , , , ,

Rebecca MacKinnon: Let's take back the Internet! | Video on TED.com